Avrupa Birliğinde Yeni Dönem
Soğuk Savaş’ın sonu Avrupa Birliği (AB) için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Soğuk Savaş koşullarında, özellikle Sovyetler Birliği karşısında Batı Avrupa’yı güçlendirmek üzere başlatılan çalışmaların bir sonucu olan AB, Sovyet tehdidinin kalmadığı bir durumda kendisini yenilemek durumunda kaldı.
Avrupa’da, eskiden Doğu Bloku’na bağlı olup artık bağımsız hâle gelen ülkeler, yönlerini Batı’ya yani Avrupa Birliği’ne döndüler. AB bu nedenle, bölgesinde doğan güç boşluğunu doldurma ve böylece Avrupa’da yaklaşık 50 yıldır devam eden bölünmüşlüğe kendisi için avantaj sağlayacak şekilde son verebilme fırsatını yakaladı.
Yeni üyelerin katılımı AB için büyük bir gelişme sağlayacak olmakla birlikte bu süreci iyi yönetebilmek için hazırlık yapılması gerekiyordu. İşte Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Antlaşması, bu sürecin bir gereği olarak hazırlandı. Yeni üye alımı, yani örgütün genişlemesi, kurumsal değişiklikleri ve yenilikleri, yani derinleşmeyi de zorunlu kıldı.
Ayrıca, Soğuk Savaş’ın bittiği bir dönemde, İkinci Dünya Savaşı sonundan beri çeşitli çevrelerce ileri sürülen Avrupa’nın federasyon temelinde bir siyasal birlik haline getirilmesi talepleri yeniden öne çıktı. Maastricht Antlaşması, bu çerçevede de önemli bir aşamayı temsil etti. Örgütün adı bu antlaşmadan sonra resmen Avrupa Birliği olarak kullanılmaya başladı.
Hepsinden önemlisi, AB, uluslarüstü mekanizmalara sahip bir örgüt olabilme özelliği kazandı. Antlaşma, dış politika, savunma, adalet ve iç işleri gibi alanlarda AB çapında ve uluslarüstü nitelikli bir karar alma sürecinin temellerini attı. Genişleme öncesinde kendi kurumsal yapısını gözden geçiren AB, üye olmak isteyen ülkeler için de ön koşul olarak belirli standartlar saptadı.
1993 tarihli ve Kopenhag Kriterleri olarak adlandırılan söz konusu standartlar, işleyen bir piyasa ekonomisi, demokrasi ve insan haklarına dayanan rejime sahip olmayı öngörüyordu.
AB, üyeleri arasında oluşabilecek sistem farklılığını engelleyerek kıta boyunca geçerli tek bir değerler sistemi oluşturulmasını sağlamaya yöneldi. Böylece yeni dönemde Avrupa kimliğinin ne olacağı sorusu da bir ölçüde yanıtlanmış oluyordu. Çünkü ekonomik bir birlik olmaktan çıkıp siyasal birlik olmaya doğru giden AB içinde, bu soru yaygın bir tartışma başlatmıştı. Avrupa’nın sınırlarının nereye kadar uzanacağı, kimin Avrupalı sayılacağı, hangi değerlerin esas alınacağı en önemli sorunlardı.
İdeolojik mücadelenin ortadan kalktığı bir ortamda kültür ve medeniyet farklarının yeni bölünme kriteri olarak sunulması gündemdeydi. İddia edilen bölünme hatlarının hemen yakınında bulunan AB için bu konuda bir yön tayin edilmesi gerekiyordu.
Bazı AB ülkelerindeki sağ ve Hristiyan Demokrat iktidarların zaman zaman kültür ve medeniyet farkı tezlerine dayanan iddiaları dile getirmelerine karşın, en azından resmi olarak Kopenhag Kriterileri, AB üyeliği için temel şart olarak varlığını sürdürdü.
Bu çerçevede, kendisine yönelik talebe olumlu yanıt veren AB, sağladığı fonlarla, eski Doğu Bloku ülkelerinin adaylık sürecine hazırlanmalarını kolaylaştırdı. Bu ülkeler, 1998’den itibaren adaylık sürecine resmen girdiler.
1990’lardaki genişleme dalgası ise Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin varlığı nedeniyle Batılı örgütler içinde yer almamayı tercih eden İsveç, Finlandiya ve Avusturya’nın 1995’te AB’ye katılmasıyla gerçekleşti. AB için gelişme ve genişleme yılları olan 1991-2003 döneminde, örgütle ilgili olarak belirtilmesi gereken en önemli olumsuzluk dış politika alanında yaşanan uyumsuzluktu.
Maastricht’te öngörülmesine karşın Yugoslavya’nın parçalanması, Kosova müdahalesi, Irak Savaşı gibi konularda, örgütün başlıca üyeleri arasında belirgin bir şekilde tavır farklılığı olduğu görüldü. Özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya arasında görülen bu farklılık, AB’nin karar alma süreçlerini etkilemişti.
Savunma alanında ise Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği adı altında yürütülen çalışmalara karşın NATO’nun Avrupa savunması için merkezi konumu devam etti.