Engeller içinde Can Çekişmek
Sınırları aşmak istemişti yavru güvercin. Yaşadığı yerlere, sevdiklerine, hayallerine kavuşmak için yolları aşıp gelmişti yurt sınırlarına. Ancak önündeki dikenli engelleri aşarken, tel örgülerinin dikenleri onun silahı olmuştu.. Türküler söyleyen, barış naraları atan güvercini, hiç sevmemişti tutsaklık. Tel örgüler kendisine verilen bu görevi en iyi şekilde yapacaktı. Engellerin görevi; sınırların ötesine bir kuş dahi uçurmamaktı. Bütün hazırlığını yapan tel örgüler. Kendisine doğru gelen masumun canını almak için pençelerini sivriltip, öfke dolu bir şekilde, vicdanı sızlamadan kuşun kalbine sapladı. Bedeni küçük, yüreği büyük olan kuş, direndi ancak hançer yüreğinin orta yerine saplanmıştı. Feyad figan etti.
Uzun süredir, arkamda sevdiklerimi, yaşanmışlıklarımı bırakıp başka bir diyara gitmek için kendimle bir iç muhasebe yapıyordum. Yaşamak için: yaşatmak, yaşamdan tat almak gerekiyordu. Ben bu özelliklere sahip değildim. Ağzımın tadı bozulmuş, ruhum acı içinde kıvrılıyor ve kendimi artık buralara ait hissetmiyordum. Çekip gitme zamanım gelmiş, hatta geçiyordu. Çoktan geçmiş haberim yokmuş meğer. Bir insanın ömrü çocukluğu kadardır. Çocukluk bitince insan, insanlıktan çıkıyor mu? Neden çocuk olamıyoruz, ya da neden hep çocuk kalamıyoruz ki. Anladım. Çocuklukla ilgili düşlerim hep yok olmuştu. Çocukken çok sevdiğim şekerlemeler artık ağzıma tat vermiyor, hatta bazen midemi bulandırıyor. Mesela artık evcilik oynamak benim için işkence, oysaki ben çocukken evcilik oynamayan büyüklere hep şaşırmıştım. Şu an neden evcilik oynamak istemediklerini anlıyorum. Sonuçta onların hayatı koskoca bir oyunmuş. Oyun içinde oyun olmayacağını biliyordum. Artık ben de yavaş yavaş büyüdüm, büyüdükçe çocukluğumu, düşlerimi ve sevdiğim duyguları, hepsini bir mezar açıp içine koydum ve üzerine toprak döktüm. Şimdilerde bana özgürlük hissi veren, uçurtacağım bir uçurtmam bile yok. Kanatları kırık bir kuş gibi avare avare dolaşıyorum. Ben dolaştıkça, gördükçe ve yaşadıkça daha da bir hapishanenin içine kapanıyorum. Hani insan bildikçe, hissettikçe bunları anlatmak ister; karşısında bunları dinleyecek birinin olmamasından dolayı bir mezarlığın içinde kendini hisseder ya, işte öyle. Bildiklerim, yaşadıklarımın boyunu aştığı için artık kendimi bir yere ait hissetmiyordum. İşte bundan dolayı artık kendimi terk etmek zamanım gelmişti. Şimdi gidiyorum, uçsuz bucaksız, sözde insanların yaşamadığı bir diyara.
Sözde insanlığın olmadığı bir yer var mıdır? En iyisi bedenimi de bırakıp ruhumu önüme katayım, yol alayım uzaklıklara. Belki o zaman ruhumun içindeki yeşillenen vicdan duygusuyla buluşurum; o zaman belki insanlık dolu bir coğrafyada yaşayabilirim. İşte ben böyle bir coğrafyada yaşamak istiyorum: gelecek vaat eden, barış- huzur kokan, içlerindeki çocuğu öldürmeyen insanların olduğu… Cahit Sıtkı Taranca’nın istediği bir memleket istiyorum. Aynen bu şekilde:
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun
Böyle bir yer mümkün müdür? İşte, bu uğurda sınırları aşmak için ruhumu önüme katmak için yola koyuldum. Her şeyi aştım ama kendi sınırlarımı aşamadım ya da kendimi aşmama izin verilmedi. Ruhum çırpındı, bedenimi bırakıp çekip gitmek istedi ama bedenimin içine hapsolmuştu; gidemiyordu. Ruhlarımız acizdir, bedenlerimiz ise bir hapishanedir. Bedenler öldüğü zaman insanın öldüğünü düşünürüz.Tam tersi bedenlerimiz öldüğü zaman ruhumuzu ele verecek somut bir delil kalmayacaktır. Önemli olan bedenlerin değil ruhların ölmesidir. Nefes aldığı halde ruhları yok olan, bedenleri paramparça olduğu halde nefes alan insanlar vardır. Ölmek, beden meselesi değil, ruh ile ilgilidir. Elime aldığım güvercin ellerimde son nefesini verdi. Nefesini vermişti, ruhunu değil. Ruhu her zaman yaşayacaktı.