Türkiye'deki Darbe Ortamının Futbola Etkisi
Askeri yönetimin iktidarda olduğu bu dönemde, futbol toplumun deşarj olabildiği ve sosyalleşebildiği tek alan haline gelmişti. Yaşanan toplumsal olaylardan insanları soyutlamanın en ideal yolu onları futbola yöneltmekti. Sonraki yıllarda milliyetçilikle harmanlanacak olan futbolun bu misyonunun adımları, bu dönemde atılmıştı. Toplumun bir araya gelebildikleri tek kamusal alan olan stadyumlar ve futbol ortamları, değişen ekonomik düzenle beraber yeni bir hal alacaktı. Kulüpler yeni yatırımlar yaparak, gösterişli kadrolar kurarak çıtayı yükseltip dış rekabete açılacaklardı.
1980'lerde ulus-devletlerin çözülmeye başlamasıyla milli takımlarda dokunulmazlıklarını ve çekiciliğini kaybetmeye başlamıştı. Uluslararası rekabetler milli takımlar düzeyinden kulüpler düzeyine çekilmişti. Belki de küreselleşme ve ekonominin de futbolun içine girmesiyle markalaşan kulüpler, bayrakların yerini almaya başlamıştı. Bu döneme kadar kulüpler için milli takıma oyuncu göndermek bir övünç kaynağı iken sonrasında kulübe zarar verebilecek bir süreç olarak görülmüştür. Artık kulüpler prestijlerini korumak için kar-zarar hesapları yapmak zorunda kalmışlardır. Oyuncunun milli takım kampında sakatlanma riski teknik adamaları korkutmaktadır. Tabii ki buradan çıkarılacak sonuç milli takımının önemini yitirmesi değildir yalnızca kulüplerinde artık kendi kimliğini yaratmaya başlamasının göstergesidir.
1980’li yıllarla beraber Türkiye’de sosyal ve ekonomik yapı değişime uğramaya başlamış, küreselleşen dünyanın ekonomik sistemine entegre olma politikası artık Türkiye’nin ana kılavuzu haline gelmiştir. Ekonomik anlamda darboğaza düşen Türkiye ekonomisinin yarattığı kriz ortamı enflasyon ve işsizlik gibi sorunlara neden olmuş, sağ ve sol siyasal grupların çatışmalarının artması ülkede bir kaos ortamına sebep olmuştur. Eski Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in “70 Cent’e muhtaç olduk” sözü ekonominin durumunu, parlamentonun bir türlü ortak karara varamayıp Cumhurbaşkanı’nı seçememesi ise siyasal istikrarsızlığı yansıtan göstergelerdi. Dönemin Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Turgut Özal’ın hazırladığı, 24 Ocak 1980 yılında uygulanmaya başlanan yeni ekonomik programla ülke ekonomisi artık dışa açılma yoluna gitmekteydi. “Ekonomi alanında döviz alış-satışlarının serbest bırakılması, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın kurulması, Kamu İşletmeleri’nin özelleştirilmesi, yabancı sermayenin girişimlerinin kolaylaştırılması Özal’ın attığı başlıca ekonomik adımlar arasındadır”
Programın içeriğinin doğal bir sonucu olan enflasyon ve pahalılık ise dönemin çatışmacı, hatta terörize olan siyasal kültürünü daha da kızıştırıyordu. Bu ortam ise ülkeyi 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine götürecekti. Askeri müdahaleyle, siyasallaşan toplum sindirilecek ve tarihe "24 Ocak Kararları" olarak geçen neoliberal ekonomi programı uygulanacaktı. Askeri yönetim hayatın her alanında değişikliklere gidecek, sendikalar ve siyasal partiler kapatılacak, böylelikle kamusal alanda kısıtlamalara gidilecektir. Bu süreçte yeni ekonomiye uyarlanmak istenen, bunun içinse çeşitli uygulamalarla siyasetten uzaklaştırılması gereken yeni topluma istenen şekli vermenin araçlarından biri ise "futbol" olacaktır. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’in futbola yakın müdahaleleriyle başlayan 80’lerin futbolunu, 12 Eylül ya da 6 Kasım 1983’te yapılan ilk seçimlerden çok, aslında "24 Ocak Kararları" belirleyecektir.
Kenan Evren’in Ankaragücü'nü emirle 1. Lige çıkardığı geçiş döneminde futbola yapılan bariz iktidar müdahalesi, yönetimi devralan Turgut Özal dönemiyle hızlanan toplumsal dönüşüme koşut olarak, etkilerini arttırarak devam ettirmiştir. Özal da, kendinden önceki siyasiler gibi futbolun toplumsal etkilerini keşfetmiş, hatta öncellerine göre futbolla daha fazla alakadar olduğu görülmüştür. Özal, 16 Şubat 1988 günü yapılan, profesyonel futbolun özerkliğine ilişkin toplantıdaki konuşmalarında Türkiye’de en fazla ilgi uyandıran sporun futbol olduğunu ve halkın morali üstündeki olumlu etkilerinden bahsetmiş, futbolla ilgilenmenin politikacının zorunluluğu olduğunu belirtmiştir. Aynı konuşmada kulüplerin mali meselelerinin de çözülmesi gerektiğini belirten Özal’ın iktidar döneminde, spora yapılan yardımlarda vergi muafiyeti gibi kolaylıklar getirilmiştir.
Özal dönemiyle başlayan neoliberal dönüşüm süreci, yeni ekonomi programının gerektirdiği uygulamaları hayat geçirmeyi ve toplumu da bu programla uyumlu hale getirmek için muhalif siyasal tepkilerin törpülenmesini gerektirmekteydi. Türkiye’deki “futbol-spor” özdeşleşmesine dayanan spor kültürü ise, futbolun bu süreçte araçsallaştırılmasında uygun zemini oluşturuyordu.
80’li yılların başlangıcıyla her zamankinden daha fazla öne çıkan futbolun, beraberinde getirdiği spor kültüründe "seyir ve taraftarlık" unsurları ağır basacaktır. Althusser’in sporu, "Devletin İdeolojik Aygıtları" içinde "Kültürel DİA" olarak kavramlaştırmasını hatırlayacak olursak, futbolun özellikle bu dönemden itibaren toplumsal meselelerin çözümünde, "Devletin İdeolojik Aygıtları'ndan biri olarak, bir "Kültürel DİA" işlevi gördüğü de söylenebilir.
80’li yıllarda profesyonel takımların ligde kalma mücadelesi, futbol ve iktidar ilişkisinin, birbirlerinden ne denli ayrılmayacak bir bağlama taşındığını göstermesi açısından ilginçlik arz eder. Bu dönemde ANAP mitinglerinde, seçim bölgelerindeki illerin halkına, kendilerine oy verdikleri takdirde şampiyonluk vaatlerinin verildiği görülmektedir. Üçüncü Lig’in bir seçim yatırımı olarak yeniden kurulduğu bu dönemdeki ligde kalma ve şampiyonluk mücadeleleri, şike söylentilerine neden olmuş, olayların hukuki zemine, mahkemelere taşınmasını sağlamıştır. Bu süreçte profesyonel futbolun alt ve üst liglerinde ligde kalma ve şampiyonluk mücadelesi veren kulüplere tavizler verilmiş, yapılan doğrudan müdahalelerle bu kulüplerin istenen liglerde mücadele etmeleri sağlanmıştır. Böylelikle 3. ligde Ünyespor ve Trabzon’un temsilcisi bir kulüp aynı anda şampiyon yapılmış, Zonguldakpor, Boluspor, Kocaelispor ve Bursaspor kulüplerinin ligden düşme konusundaki itirazlarıyla bu kulüplerin 2. Lige düşmesi önlenmiştir. Böylelikle 1987-1988 futbol sezonu, 20 takımla oynanmak zorunda bırakılmıştır.
80’li yılların sonunda ilk defa günlük bir spor gazetesinin (Fotospor) çıkması ise, 80’lerin başlangıcında siyasilerin futbola yaptıkları maddi ve manevi yatırımlarının karşılığı olarak toplumda futbola karşı meydana gelen aşırı ilginin, artık basın tarafından kar amaçlı kullanılacağının bir göstergesidir. 90’lı yılların gelişiyle beraber artık, salt spor konulu günlük gazeteler çıkmaya başlamış, bu gazetelerin sayfalarında 3 büyük İstanbul kulübüne özel sayfalar tahsis edilmiş, Anadolu’yu temsil eden bir güç olarak simgeleşen Trabzonspor’a da kısmen yer verilmiştir. Televizyonlardaki futbol programlarında Gazetelerde "Fenerbahçe Sayfası", "Galatasaray Sayfası" olarak yer ayrılan, dünyada ise Türk Spor Basını'na özel bir durum olarak değerlendirilen bu anlayış; "Fenerbahçe yazarı", "Beşiktaş Yazarı" şeklinde tezahür eden kulüp yazarlığı olgusunu meydana getirmiş, bu durum ise 3 büyük kulüp dışındaki diğer kulüpleri haberleştirmede gazetecilikte "tarafsızlık" ilkesiyle çelişmesi açısından eleştirilere tabi tutulmuştur.[6] Bu süreçle beraber Türkiye’deki spor gazeteciliği, "3 Büyük Kulüp Gazeteciliği" bağlamında devinerek, dünyada benzerine rastlanmayan bir olgu olan Türkiye genelindeki 3 büyük kulüp taraftarlığının ülke geneline yayılmasının koşullarını sağlamlaştırmıştır. Doğan medyada en fazla 3 ayrıcalıklı İstanbul takımına yer verildiğini; ülke medyasındaki spor yazarları tarafından, himayeci kültür geleneğinin doğal bir uzantısı olarak "Potansiyel İstanbul Ruhu"nun yüceltildiğini, futbolda da oluşan "İstanbul himayeciliği" yoluyla başarı kültürünün İstanbul’un tekelinde olduğu düşüncesinin aşılandığını belirtmektedir.
Türk medyasındaki bu yayın politikası özel televizyon kanallarının hızla ortaya çıktığı 90'larda görsel medyada da yerleşmeye başlamıştır. Bu yıllardan itibaren çıkan spor gazetelerinden birinin isminde "Fanatik" kavramının kullanılması, artık futbolda "Fanatizm" olgusunun da meşrulaştırıldığı, futbolda fanatizmin bir değer olarak yüceltilerek medya kanalıyla kitlelere zerk edildiği bir döneme girildiğinin de göstergesidir.
90'lı yıllarla beraber futbol camiasında göze çarpan eğilimlerden birisi ise belediye başkanlarının futbola olan ilgisidir. İlleri temsil eden futbol kulüplerinin kentsel taraftarlık boyutu, belediye başkanlarının gelecekteki seçimlerde gözünden kaçmayacak derecede önemli bir siyasi yatırıma çevrilecektir. Belediye başkanlarının kulüplerle ilişkisinde ilk deneyim Gaziantepspor özelinde gelişmiştir. Celal Doğan’ın başkanlığı devraldığı bu yıllarda, UEFA Kupası gibi uluslar arası turnuvalara katılacak olan bu kulüp, Anadolu futbolunda temsili bir özellik de kazanacaktır. Sonrasında yaşanan Kocaelispor deneyimi ve ardılları da, belediye-futbol ilişkisinin uzun yıllar devam edecek olan zorunlu bir birlikteliğe evrileceğinin, hatta siyasi partilerin hakim oldukları belediyeler için siyasi yatırım amaçlı yerleşik bir politika olarak araçsallaştırılacağının da ilk işaretlerini vermiştir. Öyle ki, 1997 yılında 1, 2 ve 3. Futbol liglerindeki belediye takımı sayısı 29’a ulaşmıştır. Belediyelerin futbol kulüplerine yaptıkları yatırımla oluşan haksız rekabete yönelik eleştirilerle 2004 yılında belediye başkanlarına kulüp başkanlığı yapma yasağı getirilmiş, ancak belediye başkanlarının kulüplerle ilişkisi, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek örneğinde görüldüğü gibi, “Onursal veya Fahri Başkanlık” formülüyle devam etmiştir.
12 Eylül askeri müdahalesi sonrası, 80’li yılların ortasına yaklaşırken siyasette normalleşme sürecinin hızlanması ve liberal bir programa sahip olan Anavatan Partisi’nin iktidara gelmekle beraber, yerel seçimlerde ezici bir üstünlük göstermesi, belediye-futbol ilişkisini başka bir boyuta taşımaktaydı. 1984-1985 sezonunda Üçüncü Lig’in tekrar faaliyete geçmesi, maddi kaynakları yeterli olmayan yerel takımlara, belediyelerin kaynak aktarımı yapmasını da beraberinde getiriyordu. Belediyelerin himayesi altına giren takımlar o belediyenin bulunduğu ilçeyi temsil eden takımlar ya da doğrudan belediyelerin bünyesinde kurulan takımlardır. Futbol-Belediye yakınlaşması bağlamında öne çıkan örnek modellerden biri ise uzun yıllardır Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanlığı görevini sürdüren Melih Gökçek olacaktır. Gökçek’in, Keçiören Belediye Başkanlığı sırasında göze çarpan futbola ilgisi, Ankaraspor’la devam edecektir. Bu durum ülke futbolunda yeni bir himayecilik alanının da belirmekte olduğunu, siyasetin ve iktidarların futbola yaptıkları/yapacakları müdahaleler için farklı bir zemin yaratıldığını gösteriyordu.