Masumiyet Karinesi

Adil yargılanma hakkı kapsamında Masumiyet Karinesi...
Masumiyet Karinesi

GİRİŞ                       

Günümüz dünyası giderek insan haklarına daha çok önem ve yer verdiği, teknolojik gelişmelerin de etkisiyle insan hakları ihlallerinin giderek tüm insanların ortak tepkisini çeken ve hassasiyetle izlediği bir hale gelmiştir.

Dünya genelinde giderek artan bir şekilde, insan haklarının gelişimine paralel olarak suçluların Hukuk Devleti ilkelerine göre kurulan mahkemelerde tarafsız ve adil bir yargılama sonucunda cezalandırılmaları yoluna gidildiği görülmektedir. En azından kamuoyunun bu yönde bir beklentisi ve aksi durumda tepkisi bulunmaktadır.

İnsan Hakları Sözleşmesi, Adil Yargılanma Hakkı’nı 6. Maddede düzenlemiş ve adil yargılanma kapsamında şu hakları belirtmiştir: bağımsız ve tarafsız bir mahkemede yargılanma, yargılamanın makul sürede yapılması, yargılamanın aleni ve hakkaniyete uygun olması, masumiyet karinesine riayet edilmesi, savunma hakkının kısıtlanmaması, her iki tarafın tanığının eşit şartlar altında bulundurulması, tercüman yardımından yararlandırılması.

Çalışmamızda adil yargılanma ilkelerinden masum sayılma ilkesi incelenecektir.

 

1 - MASUMİYET KARİNESİNE İLİŞKİN GENEL BİLGİLER

A - Masumiyet Karinesinin Tanımı

Masumiyet karinesi, hakkında suç isnadı bulunan bir kişinin, adil bir yargılama sonunda suçlu olduğuna dair hüküm tesis edilene kadar masum sayılması gerektiğini ifade eden bir sanık hakkıdır. Bu ilke, adil yargılanma hakkının unsurudur ve gerek uluslararası, gerekse ulusal düzenlemelerde hemen hemen aynı şekilde düzenlenmiştir. (FEYZİOĞLU, Suçsuzluk karinesi: Kavram Hakkında Genel Bilgiler ve İnsan Hakları Sözleşmesi, 2000, s. 1)

Masumiyet karinesi, bu karineden yararlanan kişilerin asla mahkum edilmeyeceklerini belirten bir kural değildir. Vicdani kanaate göre hüküm verilmesi gereken bir muhakemede, hiç arzu edilmemekle birlikte masumiyet karinesi, bu karineden yararlanan kişilerin asla mahkum edilmeyeceklerini belirten bir kural değildir. Vicdani kanaate göre hüküm verilmesi gereken bir muhakemede, hiç arzu edilmemekle birlikte, masumların da mahkum edilme tehlikesi söz konusudur. İşte bu nedenle, masumiyet karinesinin öngörülmesinde amaç, gerçekte suçlu olsa bile, herkesin kesin hüküm ile mahkum edilinceye kadar suçsuz kabul edilmesi ve söz konusu tehlikelerin bertaraf edilmesidir. (FEYZİOĞLU, Suçsuzluk karinesi: Kavram Hakkında Genel Bilgiler ve İnsan Hakları Sözleşmesi, 2000, s. 140)

Masumiyet karinesinin öngördüğü durum, hakkında suç isnadı yapılan kişinin masum olduğunun kabulü değildir. Bu ilke, yargılanan kişinin, yargılama bitip, hakkında kesin hüküm tesis edilinceye kadar geçen süre içerisinde suçsuz kabul edilmesini ifade etmektedir. Sanık suçsuz kabul edildiği içindir ki yargılama yapılmakta, hakkında suç isnadında bulunan kişi tarafından suçlu olduğunun ispat edilmesi beklenmektedir. Bu nedenle de, kendisine susma hakkı tanınmakta, şüphe lehine değerIendirilmekte ve maddi gerçek aranmaktadır. (MEMİŞ, 2003, s. 5)

 

Masumiyet Karinesi Tarihçesi

Masumiyet karinesi açık olarak ifade edilmese bile ilk yer aldığı belge 1245 tarihli ‘Magna Carta Libertatium’ dur. Ancak, tüm ceza hukukuna yerleşmiş bir ilke olarak masumiyet karinesinin doğuşu 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi olarak gösterilmektedir.

18. yy’ın ortalarına kadar genel tutum yargılanan kişinin suçlu olarak kabul edilmesiydi. Sanık kendi suçsuzluğunu ispat etmekle yükümlüydü. Mahkemeler ise sanığın suçunu ispat etmek için tüm imkanlarını kullanıyordu. Yargılanmaya başlanan kişi direk olarak suçlu kabul ediliyordu. Sanığa suçunun ikrar ettirebilmek için ise her türlü yolun mübah görüldüğü bir anlayış hakimdi. İnsanlığın gelişimi ve liberal düşüncelerin yaygınlaşması ise bu tutumdan vazgeçildi ve nihayet uluslararası belgelerde Masumiyet Karinesi yerini aldı. (MEMİŞ, 2003, s. 6)

Daha sonra 1945 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 11. Maddesinde Masumiyet Karinesine yer verilmiştir. 1950 yılında imzalanan İnsan Hakları Avrupa Beyannamesi 6. Maddesinin ikinci fıkrasında da Masumiyet Karinesi ele alınmıştır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 14. Maddesinin ikinci fikrasında  masum sayılma hakkına yer verilmiştir.

AİHS’nin  adil  yargılanma hakkını  düzenleyen  6.  maddesinde  “suç  ile  itham  edilen  herkes,  suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır”  şeklindeki düzenleme yer almaktadır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları  Evrensel  Beyannamesi’nin  11. maddesinde “Kendisine bir suç yüklenen herkes, savunması için gerekli olan tüm  güvencelerin  tanındığı  açık  bir  yargılama  sonunda,  yasaya  göre  suçlu olduğu  saptanmadıkça,  suçsuz  sayılır”  şeklindeki  düzenlenmiştir. Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin adil yargılanma hakkı başlıklı 14. maddesinde “Hakkında bir suç isnadı bulunan bir kimse,  hukuka göre  suçluluğu  kanıtlanıncaya  kadar  masum  sayılma hakkına sahiptir” ifadesi kullanılmıştır.

Türk Hukuk’una da İHAS’ın onaylanması ile giren masumiyet karinesi, 1982 Anayasa’sı 15. Madde son cümlesinde ‘suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.’ ve 38. Maddesinin 4. Fıkrasında ‘Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.’ Şeklinde düzenlenerek yerini almıştır.

 

2 - MASUMİYET KARİNESİNDEN DOĞAN İLKELER

A - İspat Yükünün İddia Makamına Düşmesi

Ceza muhakemesinde,  esas olarak,  fiili fail tarafından işlendiği veya  işlenmediği  konusunda,  yargılama  makamının  tam  bir  kanaate  ulaşmasına ispat denilmektedir. Maddi gerçeğe ulaşma yargılamanın hedefi olduğundan  her  şey  delil  niteliğinde  olup, hâkim  bu delilleri vicdani  kanaatiyle  takdir  hakkına  sahiptir. Medeni usul hukukundakine benzer bir ispat yükü ceza muhakemesi için öngörülmemiş ise de;  normal olan suçsuzluk anormal olan ise suçluluk olduğundan,  bir  suç  iddiasında  bulunanın bunu deliller ile desteklemesi gerekir. (ÇELİK, 2007, s. 137)

Belirtilmelidir ki  re’sen  araştırmanın  geçerli  olduğu  ceza yargılamasında iddia  makamını  temsil  eden  savcı  ve  yargılama makamı  olan  mahkeme sadece  aleyhe  olan  delilleri  değil,  lehe olan  delilleri  de  toplamak  zorundadır(CMK md.160/2).  Sanık yöneltilen suçlamalar karşısında susma hakkını(Anayasa md. 38/5)   kullanabileceği  gibi  kendisi  lehine  olan  delilleri  ibraz edebilir yada ilgili yerlerden toplanmasına işaret edebilir. Sanığın, suçsuzluğu konusunda,  hâkimi ikna etme  yükümlülüğü bulunmamaktadır. (ŞIK, 2012, s. 117)

AİHM, 7 Ekim 1988 tarihli Salabiaku/Fransa Kararı’nda;“….Ceza  hukukunda  sorumluluk  fikrinden  suçluluk  kavramına geçiş,  bunlar  arasındaki  ayrımın  çok  göreli  bir niteliğe  sahip olduğunu  göstermektedir.  Bu durum Sözleşme’nin  6(2).  fıkrası bakımından bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Her hukuk sisteminde maddi veya hukuki karineler yer alır. Sözleşme’nin bu tür karineleri kural olarak yasaklamadığı açıktır. Ancak Sözleşme, bu konuda Sözleşmeci Devletlerin,  ceza hukuku bakımından bazı sınırlar içinde kalmasını gerektirir. Komisyon’un kabul eder göründüğü gibi,  eğer  Sözleşme’nin  6(2).  fıkrası, sadece bir yargılama sırasında  mahkemeler tarafından  uyulması  gereken  bir  güvenceyi düzenlemiş  ise,  6(2).  fıkrasının şartları,  uygulamada 6(1). fıkrada yer alan tarafsızlık ödeviyle örtüşecektir. Özellikle, "hukuka  göre" ifadesi, münhasıran iç hukuka gönderme  yapılarak yorumlanacak olursa, ulusal yasa koyucunun dava mahkemesinin elinden  gerçek  bir  değerlendirme yetkisini alması ve masumiyet karinesini  özünden  yoksun  bırakması  serbest  hale  gelecektir. Böyle  bir  durum,  adil  yargılanma  hakkını  ve  ayrıca masum sayılma hakkını (right to be presumed innocent) korumak suretiyle, hukukun üstünlüğü temel ilkesi içinde ye alması istenen Sözleşme’nin  6. maddesinin  amacıyla  bağdaşmayacaktır...  O halde Sözleşme’nin 6(2). fıkrası, ceza hukukunda öngörülen maddi veya  hukuki  karinelere  kayıtsız  kalamaz.  Bu  fıkra, Devletlerin maddi  veya  hukuki  karineleri,  tehlikede olan şeyin  önemini  ve savunma  haklarını  korumayı  dikkate  alarak, makul sınırlar içinde tutmalarını gerektirir.” (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 1988)

 

B - Susma Hakkı

Sanığın suçsuz olduğu varsayımı ile hareket edildiğinden, suçsuz sayılan  kişinin de kendisi aleyhine bir şey ifade etmeme, aktif olarak muhakemeye  katılmama hakkı bulunmaktadır. Susma hakkının kullanılmış olması aleyhe  değerlendirilemez. Nitekim 1982 Anayasası’nın 38/5’inci maddesiyle, susma hakkı  anayasal anlamda  tanınmış ve şüphelinin/sanığın  haklarını  düzenleyen CMK’nın 147/1.e maddesi  ile de uygulama alanı bulmuştur. (KOCAOĞLU, 2011, s. 38)

AİHM  17.12.1996  tarihli Saunders/Birleşik  Krallık  Kararı’nda susma  hakkına  ilişkin  olarak  yaptığı  değerlendirmede  suçsuzluk karinesi ile de bağlantı kurmaktadır: “Mahkeme,  her  ne  kadar  Sözleşme’nin  6.  Maddesi’nde  özellikle belirtilmemiş  olsa  da,  sessiz  kalma  ve –bunun  bir  parçası  olan kendi  aleyhine  tanıklık  etmeme  hakkının  6.  Madde  kapsamındaki adil  yargılanma  kavramının  esasını  oluşturan  ve  genel  olarak kabul edilen uluslararası  kuralların özünde  bulunan  bir  hak olduğunu  anımsatır. Bu hakkın gerekçeleri arasında, sanığın yetkililerce uygunsuz bir şekilde zorlamaya  maruz kalmaya  karşı korunması  yoluyla adaletin tecellisindeki  hatalı  uygulamaları önlemek ve 6. Madde’nin  hedeflerini  yerine getirmek bulunmaktadır. Kişinin  kendi  aleyhine  tanıklık  etmeme  hakkı, özellikle  bir  ceza  davasında  savcılık  makamının  sanığın  iradesi dışında  tehdit  veya  tazyik  yöntemleriyle  elde  edilmiş  delillere başvurmadan  sanığa  karşı  iddiasını kanıtlamaya çalışmasını öngörür. Bu  bağlamda söz konusu hak,  Sözleşmenin 6. Maddesi’nin 2. fıkrası kapsamında bulunan masumiyet karinesiyle yakından bağlantılıdır” (prf. 68) (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 1996)

 

C. Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi

Hâkim ispat bakımından kesin bir kanaate varamazsa, yani şüphesini yüzde yüz yok edemezse, ilgili hususu ispat edilmemiş sayacaktır. Bu prensip ceza muhakemesinde şüpheden sanık yararlanır(in dubio pro  reo) şeklinde ifade  edilmektedir. Ceza muhakemesinde maddi sorunun çözümünde şüpheden sanık yararlanır. Şüpheden sanık yararlanır ilkesinin kaynağı,  suçsuzluk karinesidir. Bu ilkeyi uygulayan ceza mahkemeleri, sanığın suçlu olduğu konusunda şüpheyi gideremezlerse,  delil  yetersizliğinden  sanığın  beraatına karar verirler. CMK’nın  223/2.e maddesi bunu, “yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması” hali olarak tanımlamıştır. (FEYZİOĞLU, 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Hakkında Bazı Tespit ve Değerlendirmeler, 2006, s. 36)

AİHM 20 Mart 2001 tarihli Telfner/Avusturya Kararı’nda; “Mahkeme,  genel kural  olarak,  sunulan  ve  toplanan  delilleri değerlendirmenin ulusal mahkemelerin işi olduğunu, Mahkeme’nin görevinin  ise  yargılamanın  bir  bütün  olarak  adil  olup  olmadığını saptamak  olduğunu  hatırlatır.  Bu görev,  ceza davalarında masumiyet karinesine uyulmasını da içerir.  6. Madde 2.  fıkra, diğer hususların yanı sıra,  bir mahkeme heyetinin görevini yaparken işe sanığın isnat  edilen  suçu  işlemiş  olduğu  konusunda bir  önyargıyla  başlamamasını  gerektirir;  ispat  yükü  iddia makamındadır;  var  olan  her  tür  kuşku  sanık  lehinde yorumlanmalıdır. Yani,  ispat yükünün iddia makamından savunmaya aktarıldığı durumda masumiyet karinesi çiğnenmiş demektir” (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2001)

 

D. Tutuklulukta Makul Süreye Riayet

Sanık, suçsuzluk karinesi ışığında suçlu kabul edilmediği gibi masum da sayılmamaktadır. Dolayısıyla ceza muhakemesinin gereklerinden olan koruma  tedbirlerine  tabi  olacaktır.  Arama, elkoyma,  iletişimin  kayda  alınması-tespiti  gibi  tedbirlerin  yanı sıra,  şüphelinin/sanığın  hareket  serbestisini,  hürriyetini sınırlayan  yakalama,  gözaltı  ve  tutuklama gibi tedbirler de uygulanmaktadır.   Bilhassa  tutuklama  tedbirinde  şüpheli/sanık adeta bir mahkûm  gibi  hürriyetinden  mahrum  kalmaktadır. Tutukluluk  halinin  devamlılığı  ve  makul  süreyi  aşması  halinde suçsuzluk  karinesi  de  bundan  etkilenmeye  başlayacaktır.  Bu itibarla tutukluluk süreleri ile suçsuzluk karinesi birbiri ile ilintili ceza muhakemesi kurumlarıdır. (FEYZİOĞLU & ERGÜN, Türk Hukukunda Tutuklamalarda Azami Süre, 2010)

Ceza muhakemesindeki en ağır koruma tedbiri olan tutuklama, iç hukukumuzda CMK’nın 100 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir.  Tutuklama kararı verilebilmesi için kuvvetli suç şüphesinin yanı sıra bahse konu suç için verilmesi  muhtemel ceza ile orantılı olması zorunludur.

Böylesine önemli bir koruma tedbirinin keyfi olarak uzun süreli uygulanması ihtimalinin önüne geçebilmek amacıyla tutukluluk sürelerinde azami süreler  belirlenmiştir. Tutukluluk sürelerini düzenleyen CMK’nın 102’nci  maddesinde;“(1)  Ağır  ceza mahkemesinin  görevine  girmeyen  işlerde  tutukluluk  süresi  en  çok bir  yıldır.  Ancak  bu  süre,  zorunlu  hallerde  gerekçeleri  gösterilerek altı  ay  daha  uzatılabilir.(2) Ağır ceza  mahkemesinin görevine giren işlerde,  tutukluluk  süresi  en  çok  iki  yıldır.  Bu  süre,  zorunlu hallerde,  gerekçesi  gösterilerek  uzatılabilir;  uzatma  süresi  toplam üç  yılı  geçemez. Bu  Madde de  öngörülen  uzatma  kararları, Cumhuriyet savcısının,  şüpheli  veya  sanık  ile  müdafiinin görüşleri  alındıktan  sonra  verilir”  denilmek suretiyle bu husus dile getirilmiştir.  Ağır  ceza  mahkemesinin  görevine  giren  işlerde, tutukluluk  süresinin iki  yıl,  uzatma  süresinin  ise  asıl  süreden uzun  olarak  üç  yıl  biçiminde  düzenlenmesi  haklı  olarak eleştirilmektedir.  Hatta  bu  uyumsuzluk  ve  madde  metninin  kötü yazımı,  uzatma  süresinin  3 yıl değil  1  yıl  olduğu  şeklinde  yorumlara sebebiyet vermiştir. Nitekim sonuç olarak asıl sürenin 2 yıl, uzatma süresinin ise 3 yıl olduğu benimsenmiştir. İstisnai olarak terör suçlarında bu süreler değişmektedir. (ÖZER, GÜNGÖR, & OKUYUCU, 2010)

Makul süre tabiri hem Anayasa’nın 19/7’üncü maddesinde hem de AİHS’in  5/3’üncü maddesinde kullanılmıştır. Burada belirtilen makul süre, AİHS’in adil  yargılanma hakkını düzenleyen  6’ncı maddesindeki  makul  süre  ile  aynı  olmayıp  farklıdır. Uzun sürmüş olan bir dava adil yargılanma hakkına aykırı olmayabilir. Fakat  sanık  böylesi  bir  yargılamada  makul  süreyi  aşan  bir tutukluluk tedbirine maruz kalmış olabilir. AİHM’in tutuklulukta makul süre için ele aldığı ölçütler şunlardır:

  • Hürriyetin kısıtlandığı sürenin ne kadar olduğu,
  • İsnad konusu  suçun  niteliği  ve mahkûmiyet halinde verilmesi muhtemel cezanın ne olduğu,
  • Hürriyeti kısıtlamasının,  sanık üzerindeki maddi, manevi ve diğer etkilerinin neler olduğu,
  • Sanığın davranışları,
  • Soruşturmanın yürütülme şekli ve üslubu,
  • İlgili adli makamların işlemlerinin neler olduğu. (FEYZİOĞLU, Suçsuzluk Karinesi, 2010, s. 155)

AİHM,  20 Şubat 2007 tarihli  Remzi AYDIN/Türkiye  Kararı’nda  tutukluluk  ve suçsuzluk karinesi arasındaki ilişkiyi ana hatları ile açıklamıştır: “….  Sonuç  olarak  tutuklu  yargılamanın  süresi  ile  ilgili  olarak AİHS'nin  6/2.  maddesi  bakımından  ayrıca  bir  soru  ortaya çıkmamaktadır  zira  bu  alanda  bu  ilkeye  riayet  edilmesinin sağlanması  esastır. AİHM  bu  şikayeti  5/3.  madde  kapsamında inceleyecektir..  Başvuran, mahkum  edildiği  22  Temmuz  2001 tarihinden,  mahkumiyet  kararının  Yargıtay  tarafından  onandığı  7 Mart 2002 tarihine kadar ve aynı şekilde ikinci mahkumiyet karar tarihi olan 17 Temmuz 2003 tarihinden, kararın ikinci kez onandığı 28 Ocak 2004 tarihine kadar  "yetkili  bir  mahkeme  tarafından mahkum edildikten sonra yasalara uygun olarak tutuklu bulunmaktaydı"…Başvuranın halen tutuklu  olarak  yargılandığı dikkate  alınırsa,  değerlendirilecek  toplam süre  şu an itibariyle yaklaşık  yedi  yıl  üç...Hükümet,  sanıkların  sayısı, davanın karmaşıklığı,  başvurana verilecek  ceza ve firar  tehlikesi  dikkate alındığında tutuklu yargılama makul  olduğunu  belirtmektedir. Başvuran, sağlık durumu nedeniyle firar etmesinin mümkün  olmadığını  ve kişisel  ihtiyaçlarını zorlukla karşılayabildiğini belirtmektedir. Her ne olursa  olsun,  bu  kadar  uzun bir  tutuklu  yargılama  süresinin haklı gösterilemeyeceğini  ileri  sürmektedir.  AİHM'nin  yerleşik içtihadı uyarınca, tutuklu yargılama süresinin makul olup olmadığı her davada davanın özel koşulları dikkate alınarak değerlendirilmelidir…..Sonuç olarak, başvuranın, genel bir değerlendirme  gerektiren  tutukluluk  süresi  makul  süreyi  aşmıştır. O halde AİHS'nin 5/3 maddesi ihlal edilmiştir.” (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2007)

 

3 - MASUMİYET KARİNESİ'NİN DİĞER ETKİ ALANLARI

A. Masumiyet Karinesi'nin Diğer Etki Alanları

Suçsuzluk  karinesi,  yalnızca  kişinin  huzurunda yargılandığı mahkeme  için  değil kamu  gücünü  kullanan  diğer  kamu görevlileri ve resmi makamlar için  de  bağlayıcıdır. Özellikle ülkemizde adli soruşturmalar esnasında; adli yetkileri bulunmayan  mülki  amirlerin  basın  önünde  açıklama  istekleri bu korumayı daha da anlamlı kılmaktadır.

Yaşanan hadiselerle alakalı olarak devlet görevlilerinin bilgi aktarımları  mümkündür. Ancak bilgi aktarımlarında, özellikle kolluk ve savcılık makamlarının  tercih ettikleri tabirlere dikkat etmeleri önemli  bir  husustur. Zira tercih edilen  ifadeler henüz mahkeme kararı ile suçluluğu  kesinleşmemiş  olan  kişilerin kamuoyu  nezdinde yargısız  bir  şekilde  suçlu  biçiminde algılanmasına sebebiyet verecektir. Bu itibarla; suçlu, fail yerine şüpheli, sanık, muhtemel fail gibi ifadelerin  kullanılması daha  doğrudur.

Nitekim suçüstü halinde bile yakalanmış olsa, yargılama faaliyeti kesin hüküm ile bitmeden kişiyi suçlu  biçiminde  açıklamak suçsuzluk karinesine aykırılık teşkil edecektir.

AİHM’de  birçok  kararında,  şüpheliyi/sanığı  suçlu  gibi takdim eden  resmi  makamların  beyanatlarını,  basın  açıklamalarını suçsuzluk  karinesi  yönünden  değerlendirmiş  ve  ihlal  kararları vermiştir.

AİHM’in 28 Ekim 2004 tarihli Y.B ve diğerleri/Türkiye kararında: “…  polis  tarafından  düzenlenen ve basına dağıtılan ‘basın açıklaması’nın içeriğinde  başvuranlar  hiçbir  fark  gözetmeksizin ‘yasadışı örgüt’ olan MLKP’nin mensubu olarak gösterilmiştir. Aynı şekilde,  söz konusu basın açıklamasına göre adı geçen şahısların İzmir’in farklı mekanlarında birçok suç islediklerinin tespit edildiği belirtilmiştir. AİHM’nin  görüşüne göre  bu  iki  ifadenin, başvuranların  itham edildikleri suçları işlediklerini onaylayan değerlendirmeler şeklinde yorumlanması  mümkündür.  Bir bütün olarak ele alındığında, polis yetkililerinin tutumları, kanıtların başvuranların aleyhinde kullanılması yönünde önceden değerlendirildiği ve kimliklerini kolayca ortaya koyan bilgilerin basına verildiği göz önünde bulundurulduğunda bu durum masumiyet karinesine saygı gösterilmesi ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bu şekilde düzenlenen basın açıklaması, bir yandan kamuoyunun başvuranların suçlu olduğuna inanmasını teşvik ve diğer yandan yetkili  hâkimlerin olayları değerlendirmesinde ön yargılı davranmalarına neden olmuştur.” (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2004)

 

B. Masumiyet Karinesi ve Basın

İç hukuk yönünden 1982 Anayasası’nın 26’ncı maddesi  bu özgürlüğü  korur  niteliktedir. AİHS’in “İfade Özgürlüğü” başlıklı 10’uncu maddesi de basın özgürlüğünü kapsar vaziyettedir. 5187 s.  Basın Kanunu’nun ‘Basın Özgürlüğü’ başlıklı 3’üncü basın özgürlüğünü kanun düzeyinde teminat altına alınmıştır. (ŞIK, 2012, s. 128)

Ancak, adli vakalarda mahkemeler henüz kesin bir sonuç vermeden soruşturma evresinde gerçeğe aykırı haberler yayımlanabilmekte, bu durumda işlenen suçla ilgili olsun ya da olmasın kişiler kamuoyunda zarar görebilmektedirler. Basının taraflı yayınlarla, önyargılı şekilde kamuoyu oluşturarak özellikle, dürüst yargılama kavramına dahil olan mahkemelerin tarafsızlığını bertaraf etmesi ve yargı mensuplarını etki altına alması sonucu, sanığa tanınan suçsuzluk karinesini ihlal ortaya çıkabilmektedir. (CENTEL, 2008, s. 59)

Basın organlarınca soruşturma sonuçlanmadan bir suçla itham edilen kişi yani şüpheli doğrudan sanık olarak gösterilmekte ve hatta kamuoyu önünde yargılanıp suçlu ilan edilmektedir. Bu kişi mahkemece yargılanıp beraat ettiği halde, bu karar haber yapılmamakta ya da haber yapılsa dahi itham edilen suçta yapıldığı gibi sansasyon yaratıcı şekilde aktarılmadığından kişi toplum huzurunda ve hafızasında suçlu olarak kalmaktadır. Nitekim kişinin suçlu olmadığı yargı kararı ile sabit olmasına rağmen suçlu olarak bilinmekte yani kişi kamu vicdanında beraat edememektedir. Bu durumda medyadan beklenen, adli haberlerinin abartılarak verilmemesi, suçsuzluk karinesinden yararlanan sanığın mahkeme kararından önce kamuoyunda mahkum edilmemesi ve beraat eden sanık için suçlandığı sıradakiyle aynı yoğunlukta yayın yapılarak kamuoyunun gözünde de beraatinin sağlanmasıdır. (CENTEL, 2008, s. 71)

Suçsuzluk karinesine uyulup uyulmadığı, somut olayda ve özel durumlarda seçilen sözcüklere bağlıdır. Bu nedenle suçluluğu sabit olmamış bir şüpheliye “katil, hırsız, terörist” gibi suç itham edici sözcüklerin kullanılmaması gerekmektedir. Basının şüphe haberi verme yetkisi somut olayda, “ispat konularına ilişkin asgari mevcudiyeti” içermek zorundadır. Bu mevcudiyet yayınlanan bilgilerin gerçeklik içeriğini ifade eder.

Basın yoluyla yapılan ihlallerin mağdurlar tarafından engellenmesi pek mümkün olmadığından ve adil yargılanma hakkını gerçekleştirme görevi devlete düştüğünden Devlet bu tür ihlalleri önlemek için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Bu çerçevede basın araçlarının kullanımının hukuki sınırlarını çizmek, yayın yoluyla kişilerin temel hak ve hürriyetlerinin ihlalini engellemek ve adaletin tecellisi amacıyla basın özgürlüğünü sınırlama hususunda bazı ilkeler benimsenip, birtakım yasaklar öngörülmüştür. (ÜZÜLMEZ, 2005, s. 52)

Özel teşebbüsün yönetiminde olup, devletle bir ilgisi bulunmayan medya  kuruluşlarının suçsuzluk  karinesini  ihlal  eder  nitelikteki eylemleri  nedeniyle,  AİHM  tarafından  bir  incelemenin  yapılması mümkün  değildir. Ancak bu  tür  ihlallere yönelik  olarak, sözleşmeci  devletin  önlem  almıyor olması  adil  yargılanma  hakkı çerçevesinde  ihlal  teşkil  edebilir.  Fakat belirtilmelidir şu an itibariyle AİHM’in buna ilişkin bir içtihadı ve uygulaması bulunmamaktadır. (ŞIK, 2012, s. 130)

İç hukukta,  radyo ve televizyon yayınları yönünden, suçsuzluk karinesini  koruyan mevzuat hükümleri  bulunmaktadır. 6112 s. Radyo ve Televizyonların  Kuruluş ve Yayın Hizmetleri  Hakkında Kanun’un  8/1.i  maddesi  ile  gerekli  düzenleme  yapılmış,  aynı Yasa’nın  32/2’nci  maddesi  uyarınca  idari  yaptırım öngörülmüştür. (ŞIK, 2012, s. 130)  

AİHM Allenet De Ribemont-Fransa kararında; başvuranın gözaltındayken cinayetin elebaşlarından biri olarak gösterilmesi sonucu, kamuoyunda suçlu olduğuna inanılmasının sağlanmasının ve yetkili yargı makamlarının olayları takdirine zarar vermesinin suçsuzluk karinesinin ihlali olduğuna işaret edilmiştir. (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2013)

 

4 - SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Fransız İhtilâlı ile birlikte Kıta Avrupası’na yayılan suçsuzluk karinesi,  AİHS’in  6/2’nci  maddesinde,  Birleşmiş  Milletler  İnsan Hakları Beyannamesi’nin 11’inci maddesinde, 1982 Anayasası’nın 38/4’üncü  maddesinde  yer  almış  olup,  Anayasa’nın  15’inci maddesine göre sınırlanamaz haklar arasında sayılmıştır. Bu hak için herhangi bir istisna öngörülmemiştir.

Adil yargılanma hakkının bir parçası olan Masum Sayılma Hakkı mahkemelere bazı sorumluluklar yüklemektedir; susma hakkı, ispatın iddia makamına ait olması, şüpheden sanık yararlanır, tutukluluk süresinin makul tutulması. Ayrıca Masum Sayılma Hakkı sadece mahkemelerde ihlal edilmesi mümkün bir hak değildir. Basın yoluyla ve adli makamların açıklamalarıyla da ihlal edilebilmektedir. Temennimiz odur ki; adil yargılanma hakkının bir parçası olan Masum Sayılma Hakkı’nın korunması adına hakkında kesin hüküm verilmemiş kişilerin aleyhinde beyanda bulunurken daha dikkatli davranılmasıdır.

 

Kaynakça

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. (1988, EKİM 7). 04 10, 2018 tarihinde hudoc.echr.coe.int: https://hudoc.echr.coe.int/tur?i=001-123450 adresinden alındı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. (1996, 12 17). 04 10, 2018 tarihinde hudoc.echr.coe.int: https://hudoc.echr.coe.int/tur?i=001-116467 adresinden alındı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. (2001, 03 20). 04 10, 2018 tarihinde hudoc.echr.coe.int: https://hudoc.echr.coe.int/tur?i=001-116467 adresinden alındı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. (2004, 10 28). 04 12, 2018 tarihinde https://hudoc.echr.coe.int: https://hudoc.echr.coe.int/tur?i=001-174043 adresinden alındı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. (2007, 02 20). 04 11, 2018 tarihinde hudoc.echr.coe.int: https://hudoc.echr.coe.int/tur?i=001-124380 adresinden alındı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. (2013, 07 12). 04 13, 2018 tarihinde hudoc.echr.coe.int: https://hudoc.echr.coe.int/tur?i=001-148614 adresinden alındı

CENTEL, N. (2008). Dürüst Yargılama ve Medya Bakımından Demokrasi Kültürü. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 59.

ÇELİK, A. (2007). Adil Yargılanma Hakkı. Ankara.

FEYZİOĞLU, M. (2000). Suçsuzluk karinesi: Kavram Hakkında Genel Bilgiler ve İnsan Hakları Sözleşmesi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi.

FEYZİOĞLU, M. (2006). 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Hakkında Bazı Tespit ve Değerlendirmeler. TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ DERGİSİ.

FEYZİOĞLU, M. (2010). Suçsuzluk Karinesi. Ankara.

FEYZİOĞLU, M., & ERGÜN, G. (2010). Türk Hukukunda Tutuklamalarda Azami Süre. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 36vd.

KOCAOĞLU, S. S. (2011). Susma Hakkı. Ankara Barosu Dergisi, 38.

MEMİŞ, P. (2003). Adil Yargılanma Hakkının Unsuru Olarak Masumiyet Karinesi.

ÖZER, M., GÜNGÖR, D., & OKUYUCU, G. (2010). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Işığında Türk Hukukunda Azami Tutukluluk Süresinin hesaplanmasına İlişkin Değerlendirmeler. Ankara Barosu Dergisi, 183vd.

ŞIK, H. (2012). Suçsuzluk Karinesi. Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisi, 103-145.

ÜZÜLMEZ, İ. (2005). Suçsuzluk Karinesi. Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 41-72.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış yorumlar onaylanmamaktadır.